22.06.2013

Kuranın Kaynağı Arap Gelenekleri

İslamiyet’in, Muhammed’in zihnindeki gelişim aşamalarını anlayabilmek ve hangi kaynaklardan alıntılar yaptığını keşfedebilmek için, öncelikle onun doğup büyüdüğü Arap kültürünün dini görüşlerini, gelenek ve göreneklerini bilmemiz gerekir.

Arabistan’da yaşayanların hepsi aynı ırktan değildi. Arap yazarları genellikle onları safkan veya asıl Araplarla başka ülkelerden gelip Araplaşanlar olarak ikiye ayırmaktadırlar. Güney Arabistan yarımadasında yaşayanlarla diğer bazı kabileler bize, Etiyopyalılarla akraba olduklarına dair ipuçları verirler. İlk Mısır krallarının bir süre Sina Yarımadasına ve olasılıkla da kuzeyde ve güneydeki başka bölgelere egemen olmalarıyla, Babilli Sümer krallarının eskiden ülkenin bazı bölümlerini fethettiklerine dair çiviyazısı tabletlerde bize anlatılan öyküler arasında bağlantı kurulması, eski zamanlarda bile nüfusta Hami ve başka yabancı unsurların bulunduğu konusunda kuşkuya yer bırakmamaktadır.

Babil’deki Kuşlu krallar döneminde, Arabistan halkı onların uygarlıklarından, ticaretinden, genel olarak fikirlerinden sadece bir ölçüde etkilenmekle kalmamıştır. Bu yabancı ulusların dininden de önemli ölçüde etkilenmiştir. Erken döneme ait Arapça yazıtlar bunu kanıtlamaktadır. Bunlarda önce Sümerlerin, sonra da Babil, Asur, Suriye ve Arabistan’ın bazı bölgelerindeki Samilerin taptıkları Sin (Ay Tanrısı)(1) ve Aştoret (İştar)(2) gibi tanrıların adları vardır. Nüfusta bir Hami unsurunun varlığından kuşku yoksa da, geniş bir halk kitlesinin aslı, dili, karakteri ve dini çok eski zamanlardan beri her zaman Sami’ydi.

İbn-i-i Hişam, Tabari ve diğer Arap tarihçiler bazı Arap kabilelerinin, özellikle de ülkenin kuzey ve batı bölümlerinin eski geleneklerini korumuşlardır. Bunlar, Pentatük’teki anlatımlara uygundur. Bu kabilelerin çoğunun soyunun Yoktan’a (Ar. Kahtan), İsmail’e ya da İbrahim’in Ketura’dan olan çocuklarına dayandığına inanabilelim diye bu tarihçiler birçok neden saymaktadırlar. Böyle bir soydan geldiğini iddia etme hakkına gerçekten sahip olmayanlar bile Muhammed’in döneminde bunu iddia etmişlerdir. Muhammed’in kabilesi olan Kureyş, İsmail vasıtasıyla İbrahim’in soyundan geldiğini öne sürmüştür. Bunu kanıtlamanın imkansız olduğu düşünülebilirse de Muhammet, halkını, ataları diye övündükleri “İbrahim’in inancına” davet etme görevinin kendisine verildiğini iddia ettiğinde, kabilenin İbrahim’in soyundan geldiğine inanması, doğal olarak halkın, Muhammet’e bir miktar sempati duymasını sağlamıştır.

Sam’ın çocuklarının eski dinlerinde Tek Tanrı’ya tapıldığına inanmak için geçerli bir neden var gibidir. Kuşkusuz daha önce söz ettiğimiz gibi, bir ölçüde yabancı ulusların etkisiyle çok tanrıcılık Arabistan’a çok erken tarihlerde girmiş olsa bile, tek gerçek Tanrı inancı insanların zihinlerinden asla tamamen silinmemişti. Farklı kabileler arasında yapılan en bağlayıcı anlaşmalar, Tanrı (Allah, Allahümme) üzerine edilen yeminle sağlama bağlanırdı. “Allah düşmanı” ifadesi ise kullanılabilecek aşağılayıcı ifade kabul ediliyordu. Bu erken dönemde bile Göklerin Sahibi’ne tapınmanın ülkeye girebildiğinin kanıtını Eyüp kitabında (Eyü. xxxi.26-28) görebiliyoruz.

Herodotus, (Kitap III, bölüm 8) yaşadığı dönemde Arapların biri eril biri dişil iki tanrıya taptıklarını bize bildirmekte, bunları Dionysos ve Urania ile özdeşleştirmektedir. Arapça isimlerinin ise sırasıyla 'Oροτάλ ve Άλιλάτ olduğunu belirtmektedir. İkinci söz edilen, büyük olasılıkla Babil dilindeki Allatu ve kuşkusuz, Kuran’da geçen El-lat’dır.


Necm 53:19-21 Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ'yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât'ı. Demek erkek size, dişi O'na öyle mi? 


El-lat, Allah(*Arabic*) sözcüğünün dişili olarak kabul edilmiştir. Allah sözcüğünün, bütün Sami dillerinde (az çok farklı biçimlerde) Tanrı’nın karşılığı olarak kullanan Al İlah sözcüğünün önündeki harf-i tarifle kaynaşmış şekli olduğu bilinmektedir. Bu durumda Allah, Grekçe ό Θεός’un tam karşılığıdır. Herodotus’un söz ettiği Άλιλάτ, aynı sözcüğün dişilinin kaynaşmamış biçimidir(3)

Herodotos’un söz ettiği Arapların, bir dişinin eşlik ettiği tek Tanrı’yı, Hindularda da gördüğümüz gibi, her tanrının bir dişisi olması gerektiği fikrini Sümerlerden öğrenen Babil’deki Samilerden almış olmaları mümkündür (4). 

Öte yandan, bütün Arapların aynı durumda olduklarına inanmamızın da bir gerekçesi yoktur. Muhammet’in zamanında kuşkusuz böyle değildi, çünkü ne Kuran’da, ne de Arapların günümüze gelen en eski şiirlerinde böyle bir inancın ipuçları vardır. Allah’a yalnız ve ulaşılmaz gözüyle bakılırdı ve farklı kabilelerin alt düzeydeki tanrılarına O’nun şefaatçileri olarak tapınılırdı. Bunlar çok sayıdaydı, en önemlileri ise Vedd, Ye’uk, Hubel, El-Lat, El'Uzza,' ve El-Menat’tı. Son üçü tanrıçaydı ve Kuran’da Araplar, bunlara “tanrının kızları” dedikleri için azarlanmaktadır. 

Dönemin Arapları hakkında şiirlerine bakarak karar verirsek, pek dindar insanlar değillerdi ama çoğunlukla bu alt düzeydeki tanrılara ibadet ederlerdi, bunların vasıtasıyla Allah’a seslendiklerine kuşkusuz gözüyle bakarlardı. Sonuncuya çoğunlukla Allah-u Teala (*Arabic*)veya “Yüceler Yücesi Allah” denirdi ve bu ad O’na kuşkusuz çok eskiden verilmişti (5).

Araplar arasında Tanrı’nın tekliği anlayışını ilk kez Muhammet’in ortaya attığını düşünmek mümkün değildir. Çünkü Allah kelimesinin bir harf-i tarifi olması, bu kelimeyi kullananların İlahi Birliğin bir ölçüde bilincinde olduklarının kanıtıdır. Bu sözcüğü Muhammet bulmamıştır ama dediğimiz gibi, kendisinin Peygamber, Allah’ın görevlendirdiği bir elçi olduğunu ilk kez iddia ettiğinde, hemşerilerinin bu sözcüğü zaten kullandıklarını biliyordu. Bunun kanıtını uzaklarda aramaya gerek yoktur. Muhammet doğmadan önce ölen babasının adı, Abdu’llah, yani “Allah’ın Kulu”ydu. (6). 

Kabe yani Mekke’deki İbadethaneye, Muhammet döneminden çok önce de Beytullah yani “Allah’ın Evi” deniyordu. Arap geleneğinde, İbrahim’le oğlu İsmail’in Allah’a ibadet etmek için o bölgede bir mabet inşa ettiği öne sürülmektedir. Bunun kaynağı efsanenin içinde kaybolduğu için, bu ifadeye hiçbir şekilde tarihsel diye bakamasak bile, gelenek en azından burada çok eskiden beri ibadet edildiğini göstermektedir. Büyük bir olasılıkla Kabe, Diodorus Siculus’un(7) (M.Ö 60), bütün Arapların büyük saygı gösterdikleri bir kutsal alanın veya mabedin bulunduğundan söz ettiği yerdi. İslamiyet öncesinden kuşaktan kuşağa geçerek bize gelen El Mu’allakat adlı şiirlerde, Allah (=ό Θεός) kelimesi çok sık karşımıza çıkmaktadır. (8) 

İbn-i-i Hişam, Muhammet’in yaşamını ilk kez yazan, eserinin bazı bölümleri bize kadar gelen İbn-i-i İshak’tan alıntılar yapmaktadır. Bu alıntılara göre, Kinane ve Kureyş kabileleri, İhlal olarak bilinen dini törenlerinde İlah’a şöyle sesleniyorlardı: “Lebbeyke, Allahümme!”(9) –Biz, Senin hizmetindeyiz, Ey Allah! Biz, Senin hizmetindeyiz! Senin, huşuna eşlik edenden başka eşin yoktur; sen ona ve onun sahip olduğu her şeye sahipsin.”. 

İbn-i-i İshak, onların bu hitapla Allah’ın tekliğine inandıklarını ilan ettiklerini haklı olarak söylemektedir. “Huşunun eşi” ifadesinin ne anlama geldiğini açıklamamaktadır ama bundan, söz ettiği kabilelerden birine ya da öbürüne ait olan daha alt düzeydeki bir tanrıya göndermede bulunduğu sonucu çıkarılabilir. Ama her ne olursa olsun, kullanılan dil, göndermede bulunulan varlığın Allah’a eşit bir konumda olmadığını açıkça göstermektedir.

Bu durumda, eski Arapların dini, hem Muhammet’in hem de bizim dönemimizde aynı olan Grek ve Roma Kiliselerinin azizlere tapınmasıyla ve Kuran’a rağmen Müslümanlar arasında hala geçerli olan tapınmayla karşılaştırılabilir. Ancak bu durumda azizlere veya alt düzeydeki tanrılara tapmanın, Tanrı’nın birliğini ve üstünlüğünü inkâr etmek olduğu sanılmamaktadır, çünkü son söz edilenlere Tanrı’yla insan arasındaki şefaatçiler diye tapılıyordu. Eş Şehristani’nin, Arabistan’da İslamiyet öncesi dini fikirler ve adetler konusunda bize anlattıkları bunu bütünüyle doğrulamaktadır .(10)

Arabistan’da yaşayanları, dini fikirleri birbirlerinden çok farklı olan çeşitli mezheplere veya zümrelere ayırmaktadır. Bazılarının Yaratıcı’nın varlığını, peygamberlerin gönderilmesini ve son yargıyı kabul etmediklerini, doğanın yaşam verdiğini ve zamanın evrensel bir yok edici olduğunu iddia ettiklerini söylemektedir. Başkaları bir Yaratıcı’ya inanmışlar ama O’nun, iradesini tebliğ etmek üzere elçileri görevlendirerek Kendisini açıkladığını kabul etmemişlerdir. Ayrıca diğerleri de putlara tapıyorlardı, her kabilenin kendi putu vardı. 

Örneğin; Kelb kabilesi Vedd ve Suva’ya tapıyor, Mezhac ise bazı Yemenliler gibi Yağus’u sayıyordu. Himyer’deki Zü’lkela Nesr’a tapıyordu, Hemden kabilesi Ye’uk’a tapıyor, Taif’deki Sakif ise Lat’a kulluk ediyordu. El-Uzza ise Beni Kinane ve Kureyş’in koruyucu ilahlarıydı. Evs ve Hezreç kabileleri Manah’a tapıyorlar ve Hubal’ı, baştanrı kabul ediyorlardı. Onun sureti Kabe’nin çatısının en göze çarpan yerinde duruyordu. Diğer tanrılar Asaf ve Naila idi. Bazı kabileler yakın çevrelerine yerleşen Yahudi topluluklarından etkilenmiş ve onların öğretişlerini az çok benimsemişlerdi.

Kuran’ın çok iyi bilinen tefsircileri dahil, Arap yazarlarının birçoğunun anlattığı bir hikaye (11), Muhammet döneminde Arapların (Mekke’de ona şiddetle karşı çıkanlar ve ilk öğrencilerinin birçoğunu hayatlarını kurtarmak için Habeşistan’a kaçmak zorunda bırakanların bile ), Muhammet bir süre onların, alt düzeydeki tanrılarına saygı göstermelerine karşı çıkmaktan vazgeçmiş göründüğünde, Yüceler Yücesi Allah’a (Allah-u Teala’ya) ibadet etmek için ona istekle katıldıklarını göstermektedir. Bize Muhammet’in bir gün, bir zamanlar ailesi tarafından korunan Kabe’ye dua etmeye gittiği anlatılır. Burada Necm Suresini tekrar etmeye başlamıştır. 19’uncu ve 20’nci ayetleri, “Gördünüz mü o Lat ve Uzza’yı? Ve üçüncüleri olan ötekini, Menat’ı” cümlesini söylerken, Şeytan’ın onu “Bunlar Yüce Varlıklardır ve aslında onlardan şefaat beklenebilir” cümlesini eklemeye zorladığı belirtilmektedir. 

Bu sözleri duyan oradaki Araplar ibadet eden Muhammet’e katılmışlar ve hepsinin İslamiyet’i kabul ettikleri söylentisi her tarafa yayılmıştır. Bu hikaye doğrulanmaktadır ve büyük olasılıkla gerçektir. Ama her ne olursa olsun, hikayede Muhammet’e karşı olanların, onun, Allah’ın varlığı ve yüceliği konusundaki öğretişlerini kabul etmekte güçlük çekmedikleri ve alt düzeydeki tanrılara O’nun şefaatçileri diye taptıkları görülmektedir. Fakat Muhammet’in bu tanrıların varlığını ve etkisini kabul eden sözlerini geri aldığını da eklemek doğru olur. Bu sözlerin yerine, şimdi surede yer alan “Demek erkek size, dişi de O’na öyle mi? O zaman bu, insafsızca bir taksim! Bunlar, sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir (12)” demiştir.


Muhammet’in düşüncelerini etkileyen Yahudi ve Hıristiyan inançlarını düşündüğümüzde, bu dinlerin onun tektanrıcılık inancını hiç kuşkusuz güçlendirdiğini görüyoruz. Ama gördüğümüz gibi, Araplar bunu her zaman en azından teoride kabul ettiklerinden, dönemin Arapları için bu yeni bir inanç değildi. Yine de taptıkları alt düzeydeki tanrıların sayısı çok fazlaydı. Kabe’deki putların sayısının 360’ın altında olmadığı söylenmektedir. Bu, bir çeşit ulusal panteondu. Üstelik bu yerel tanrılarla kabile tanrılarının –çünkü bunlar, böyleydi- büyük halk kitlelerinin “Yüceler Yücesi Allah’a” ibadetini pratikte iyice gölgede bıraktığından pek kuşku duyulmamaktadır.


İlk Arap tarihçilerinin doğru ya da yanlış, İslamiyet ortaya çıktığında “şirk koşulanların Allah’la bağdaştırılmasının” kökeninin Arabistan’ın bu bölgesinde görece yeni olduğunu iddia ettiklerini dikkat edilmelidir. Muhammet’e tanıklık ettiği söylenen hadiste (13), putperestliğin Suriye’de ortaya çıktığı belirtilmekte ve bunun ortaya çıkmasında önemli rol oynayanların adları verilmektedir. Bunun, Muhammet’ten sadece on beş nesil önce meydana geldiği belirtilmektedir. Ancak kutsal taşlara duyulan saygı bunun dışında olmalıdır. Bu, ataerkil dönemde Filistin halkı arasında yaygındı ve şüphesiz Arabistan’da çok eskilere giden bir geçmişi vardı. İbn-i İshak (14), Mekkelilerin, Kabe’nin taşlarını yanlarında taşıyarak yolculuk yaptıklarını ve bunlara, Mescid-i Haram’ın taşları olduğu için büyük saygı gösterdiklerini öne sürerek açıklama getirmeye çalışmaktadır. 

Herodotos (15) Arapların, din üzerine yemin ederken yedi taş kullandıklarından söz etmektedir. Hala Müslüman hacılar, Kabe’nin duvarının inşasında kullanılan ünlü meteor taşı Hacer-ül Esved’e yani Siyah Taşa neredeyse ibadetle eşdeğer bir saygı göstermektedirler. Bu, Muhammet döneminden çok önce yaşamış olan Araplardan alınmış birçok İslami gelenekten biridir. 

Dindar Muhammed'i hacıların taşı öpmeleri eski bir adetin yaşatılmasıdır. Başka birçok ülkede olduğu gibi, Arabistan’da da bu bir tür ibadettir. Muhammet’ten önceki dönemlerde bu taşla ilgili pek çok hikaye anlatılmıştır ve bunlara günümüzde de aynı şekilde inanılmaktadır. Bir hadiste bu taşın Cennetten indirildiği ve aslında renginin bembeyaz olduğu ama insanlığın günahları yüzünden, başka bir anlatıma göre ise dini anlamda murdar olan birinin dudakları değdiği için siyahlaştığı anlatılmaktadır. Onun aslında bir meteor taşı olduğu bilindiği için, hikayenin bir kısmı kolayca açıklanabilmektedir.

İslamiyet sadece Allah-ü Teala inancına atıfta bulunmayı ve Siyah Taş’la Kabe’ye saygı göstermeyi değil, başka birçok konuyu da çok daha eski zamanlardaki Araplardan almıştır. Muhammedi dünyada şimdi de geçerli ibadet tarzlarının ve törenlerin birçoğunun çok eski zamanlardan beri Arabistan’da yapılanlarla aynı (16) olduğunu söylemek aşırıya kaçmak olmaz. 

Ebu’l Fide (17), yeni sistemde sürdürülen dini törenlerin sayısına dikkat çekmektedir. “Cahiliye dönemindeki Araplar”(18) der, “İslam şeriatının benimsediği şeyleri yapıyorlardı.(19) Çünkü onlar da kendi anneleriyle ve kızlarıyla evlenemezlerdi. İki kız kardeşle evlenmek büyük iğrençlik sayılırdı. Babasının karısıyla evlenene sövülür, ona Daizan denirdi. 

Üstelik onlar da “Eve” (Kabe’ye) “Hacca giderler (20), kutsal yerleri ziyaret ederler, İhram” (günümüzde de hacının Kabe’nin etrafını dolaşırken giydiği tek parça beyaz elbise) “giyerler (21), tavaf ederler ve sa’y yaparlar” (Safa ve Merve tepeleri arasında koşarlar), “bütün mola yerlerinde dururlar”, (Mina vadisinde şeytan) “taşlarlardı; ve her üç yılda bir takvime bir ay eklerlerdi (22)”. Herodotos, birçok benzer örnekten söz etmeye devam eder: İslam dini eski Arap adetlerini dinsel yükümlülük olarak emretmektedir. 

Örneğin; bazı tür kirlenmelerden sonra törenle yıkanma, saçı ikiye ayırma, dişleri törenle temizleme, tırnak kesme ve benzer konular. Şimdiki gibi, o zaman da hırsızlığın cezasının elin kesilmesi olduğunu belirtir (23) ve putperest Arapların yaptıkları sünneti Kuran’ın hiçbir yerde emretmemesine rağmen Müslümanların hala yaptıklarını söyler. 

Bu son ifadeyi, “Her Süryani, her Arap ve her putperest rahip sünnet edilir” diyen apokrif Barnaba mektubunun yazarı da doğrulamaktadır. Aynı adetlerin eski Mısır’da da geçerli olduğu iyi bilinmektedir. İbn-i İshak (24)Ebu’l Fide ile aynı dili kullanır ama İhlal dahil, söz ettiği adetlerin İbrahim döneminden beri sürdüğünü de ekler. Şüphesiz bu, sünnet için de doğrudur: Ama Muhammet, İbrahim’in Mekke’ye gelip Kabe’nin şimdiki yerinde ibadet ettiğine inansa da, İbn-i İshak söz edilen diğer konularla İbrahim’in ilgisinin olduğunu pek söyleyememektedir.

Bütün bu söylenenlerden sonra, İslam’ın ilk kaynağının, Muhammet dönemindeki Arapların dinsel inançları (25) ve adetleri olduğu besbellidir. İslamiyet çokeşlilik ve kölelik geleneklerini bu putperest kaynaktan almıştır. İkisinin kötü etkisine başka alanlarda başka şeyler eklenmemiş olsa da, Muhammet bunları benimsemekle her zaman bunları onaylamıştır.

Kuranın Diğer Kaynakları

Kuranın diğer kaynakları için şunlara da bakabilirsiniz.Sabii Ve Yahudi İnanişlarinin Ve Adetlerinin Etkisi,Hiristiyanliğin Ve Hiristiyan Apokrif Kitaplarin Etkisi,Kuran Ve Hadislerde Zerdüşt Unsurlari ve Hanifler Ve Müslümanliğin Doğuşuna Etkileridir.

Kaynaklar
(3)Süryanice Ilu Tanrı, illatu ise “tanrıça” demektir. Allatu olasılıkla Akad dilidir.
(4)Başkaları, örneğin; Prof. Sayce (Lectures on the Religions of Egypt and Babylonia’da) bunun aslında Samilere özgü bir fikir olduğunu kabul etmektedir.
(5)Herodotos’un öne sürdüğü 'Oροτάλ ifadesinin son hecesinde şüphesiz Ta’ala’ sözcüğü bulunmaktadır. Kelimenin ilk bölümünün kökeni tam olarak belirgin değildir: Allah kelimesinin bozulmuş bir hali belki olabilir. Allah-u Teala ile Yaradılış xiv 18, 19, 22’deki (*Arabic*) ı karşılaştırınız.
(6)Muhammet’in yeğenin adıysa Übeydu'llah’tı.
(7)Ίερόν αγίώτατον ίδρυται τιμωμενον ύπύ πάντον Άράβων περιτότερον (Diod. Sic., Kit. III.).
(8)Örneğin, En Nabigah’ın Divan’ın da şu dizeler yer alır:
(*Arabic*)(Şiir I, 11, 23, 24 der. Ahlwart)Ve yine:(*Arabic*)(Şiir III, 11. 9, 10.)Ayrıca Şiir VIII’de, 11. 5, 6:(*Arabic*)Labid’de de aşağıdaki dizeler yer alır:(*Arabic*)
(9)İbn-i Hişam’ın Siratü’r Resul adlı eserinin Mısır’da yapılan basımından alıntı yapılmıştır. Böl.I, s. 27, 38.
(10) Ebu’l Fide (Hist. Ante-Islamica) Eş Şehristani’den (*Arabic*)alıntı yapmıştır:­
(11) Mevahibü'l lüduniyye adlı kitapta bu hikaye birçok tarzda anlatılır. Biri şöyledir:

Hikaye aynı kitapta farklı olarak şöyle de anlatılır:­­

İbn-i İshak da bu hikayeyi çok benzer tarzda anlatmaktadır. İbn-i Hişam da Muhammet’in yaşam öyküsünde bunu doğrulamaktadır Siratu’r Resul, C. İ, s. 127 vd). Yahya, Celalüddin ve Beydevi gibi yorumcular kadar Tabari ve diğerleri de Hac Suresi’nin yukarıdaki alıntı yapılan 51. ayetini yorumlarken bu hikayenin doğruluğunu onaylamaktadırlar. Gazali, Beyhaki ve diğerleri ise bir an bile olsun peygamberin putperestliği kabul ettiği gerçeğini şiddetle reddederler. Ama hikaye doğru olmasaydı yukarıdaki otoritelerin bunu kabul ettiklerini açıklamak zor olurdu ve az önce söz ettiğimiz ayet hikayenin açıklanması için gerekiyordu.
(12)Necm 21, 22, 23.
(13)Siratu’r Resul, s 27 vdd
(14)a.g.e.
(15)Yukarıda alıntı yapılan Herodotos III. 8, s. 32.
(16) “Günahların kefaretini ödeme” zamanı olan Ramazan ayındaki gelenekler için bk. s. 269 vd.
(17)Hist. Ante-Islamica, der. Fleischer, s. 180.
(18)Yani Muhammet’in görevinden önceki dönemde
(19)Ayrıca bk. El Kindi, Apology, Sir W. Muir’in çevirisi, s. 92, 93.
(20) İyi bilindiği gibi, olanağı olan her Müslüman erkek bugün de Mekke’ye hacca gitmekle yükümlüdür.
(21)Diğerleri, putperest Arapların çıplak Tavaf ettiklerini (Kabe’nin etrafını dolaşma töreni) ama Muhammet’in İhram giymeyi başlattığını söylerler.
(22)İslamiyet döneminde bu ne yazık ki, yürürlükten kalkmıştır.
(23) Amrapel (Hammurabi) Kanunları’ndaki gibi.
(24) Siratu’r Resul, I. böl. s. 27:
(25)Muhammet, Ad’le Semut efsanesi ve Araplar arasında yaygın olan benzeri bazı efsanelerden de alıntı yapmıştır (Sure VII., 63-77). El Kindi, bu öykülerle ilgili olarak hasmına, “Ad’la Semut hikayesinden ve Deveyle Eshab-ı Fil” (Sure CV ve XIV, 9) “ve benzeri efsanelerden söz ediyorsan, sana ‘Bunlar yaşlı Arap kadınlarının, gece gündüz anlatıp durdukları anlamsız hikayeler ve abuk sabuk efsanelerdir’ deriz” demektedir 

-Sprenger (Rodwell’in Giriş’inden alıntı, s. xvii) , Muhammet’in Ad’la Semut efsanelerini Hanifler’den (bk. bu kitabın vi. böl.) öğrendiğini, son söz edilenlerin Sabiler olduklarını, bu efsanelerin yer aldığı Apokrif kitaplardan söz eden Sure LXXXVII., 9’daki “İbrahim’in Kitaplarını” kutsal saydıklarını düşünmektedir. Ancak bunun kanıtlanmış olduğu pek düşünülmemektedir. IV. bölümde söz edeceğimiz, (birkaç yıl önce bulunan) “İbrahim’in Antlaşması” Suhuf İbrahim’e dahil edilmez mi?

*Kuran'ın Orjinal Kaynakları,W. St. Clair Tisdall kitabından yararlanılmıştır.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Facebook Reklam

Blogger Template by Clairvo