Muazzez İlmiye Çığ; Kutsal Kitaplardaki bazı öykülerin, M.Ö. 3500-M.Ö. 2000 yılları arasında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerlerin Gılgamış destanından alındığı iddia etmiştir. Kendisi Profesör olmadığı halde 2010 yılına dek çevresince prof. olarak tanıtılmış, sıradan bir devlet memuru olduğu halde kendisi de hiç itiraz da bulunmamıştır.
Mezopotamya’da bulunan kil tabletler 1850 yılında bulunmuştur. Çözümleri ise ancak 20 yıl sonra 1870 yılında gerçekleşmiştir. Bu, Kutsal Kitapların vahyedilmesinden yirmi yüzyıl sene sonra bulunup, okunabilen tabletlerin Kutsal Kitaplara kaynaklık ettiği iddiası anlamına gelir ki mantıksızlığı zaten görülür. Bu iddia sahipleri asla bunu objektiflik ve bilimsellik adına açıklayamazlar.
Gılgamış Destanı ve Kutsal Kitaplar
Gılgamış destanının kendisinden önce yazılan eski bir tabletin içerdiği bilgilerin çarpıtılmış bir versiyonu olduğu artık bilinmektedir. 1914 yılında Arno Reobel tarafından bulunan bu asıl tablette “ Çok tanrıcılığın bulunduğu iddia edilen çok önceki tarihlerde yeryüzünde tek tanrı inancının bulunduğu, insanın balçıktan yaratıldığı ve Nuh Tufanı kahramanı Ziusudra isimli kişinin vahiylere her zaman saygılı ve dindar bir kral olduğu” bilgileri yer almaktadır.
Anu/An: Gök tanrısı, Enlil: Hava tanrısı, tanrıların babası, Enki: Bilgelik tanrısı, Nimmah (Ninhursag): Ana-tanrıça, Nanna (Sin): Ay tanrısı, Utu (Şamaş): Güneş tanrısı, ay tanrısı Nanna’nın oğlu, İnanna (İştar): Aşk ve Bereket Tanrıçası gibi birçok tanrıya inanan çok tanrılı Sümerlerin, Tek Tanrı inanışına sahip olan İslam’la kaç tane ortak özelliği vardır ki?
Ayrıca Sümerlerin Destanındaki nadir bazı olayların semavi dinlerdeki olaylarla aynı olması, Hristiyanlığın bu destandan alındığını değil, ancak ve ancak ortak köklerinin aynı olduğunu gösterir. Ve unutmayalım ki efsanelerin temeli gerçek olaylardır!
Katıldığı başlıca kazılar Mari (1952–1953) ve Uruk/Varka kazıları (1958-1959; 1962-1963; 1964) olan, 1914 yılında Provence’ta dünyaya gelen, ünlü Asur bilimci Jean Bottero’nun, “4 yıllık çalışmasından sonra” Fransızcaya çevirdiği ve dipnotlarla zenginleştirdiği Gılgamış destanını, Kutsal Kitap yazarlarının daha o devirde öğrenmesi, Yaratılış ve Nuh tufanı olaylarını oradan alıntı yapma ihtimali ne kadardır?
Nuh ve Tufan
Bilim ve Teknik dergisinin 121. sayısı 16. sayfasında şöyle bilgiler geçer: Sir Leonard Wooley isimli amatör bir İngiliz arkeologun Mezopotamya’da yaptığı kazılar sırasında ki ele geçen bulgular, o güne kadar bir efsane gözüyle bakılan Nuh Tufanıyla bağlantılıydı. Özellikle sevinenler Hristiyan ve Yahudi din adamları oldular. Derhal heyetler oluşturulup çalışmalara başlanıldı. Bu arada dünyanın her tarafında yapılan araştırmalar, Tufanın hemen bütün toplumların efsanelerinde yer aldığını gösterdi. Asya’da 13, Avrupa’da 4, Amerika’da 37, Avustralya ve Okyanusya adalarında ise 9 adet Tufan tespit edilmişti. Bunların en şaşırtıcısı da Hopi kızılderililerine ait olanıydı.
Denizden çok uzakta, Kuzey Amerika’nın güney batısında yaşayan Hopilerin destanlarında kabaran suların ülkelerini baştanbaşa kapladığı, dağların tepelerine kadar yükseldiği ve yeryüzündeki canlıları yok ettiği anlatılıyordu. Amerika’nın eski sahiplerinden olan Azteklerin destanlarından ise Tufanın süresi bile veriliyordu. Bütün bunlar, insanlık tarihinin hemen hemen başlarında meydana geldiğini gösterir.
İngiliz arkeolog Sir Leonard Wooley, 1922-1929 yılları arasında, Mezopotamya’nın antik şehirlerinden Ur’da uzun kazılar yaptı. Çalışmalar sırasında arkeolojik değeri çok yüksek kap, kaçak, miğfer, silah vs. yanında Tufandan önceki kralların listesini ihtiva eden kil tabletler de bulundu. Ne var ki 12 metre daha derine inildiğinde izler tamamen kesilmişti. Tarihi hiç bir bulguya rastlanmıyordu. Bu arada toprağın yapısı incelendiğinde tuhaf bir şeyle karşılaşıldı. Zemin tamamen balçıkla kaplıydı, fakat bu kadar derinlikte saf balçığın ne işi vardı? Üstelik kazı çukurunun dibi, denizden çok uzakta ve nehir seviyesinden de bir kaç metre daha yukarıdaydı. Hiçbir arkeolog tatmin edici cevabı bulamamıştı.
Wooley kazıyı devam ettirdi ve daha aşağılara indi. Derken 3 metreden fazla derinlik tutan balçık tabakası birden bire kesildi. Şimdi normal toprak tabakalarına gelindiği düşünülebilirdi ama hayır, zımpara taşlarına ve kap kaçak gibi eşyalara rastlanılmıştı. Demek oluyordu ki bu çok eski medeniyetin üzerini 3 metrelik balçık tabakası örtmüş, en üstte de Ur medeniyeti yeşermişti. İlk çukurdan 300 metre uzakta açılan ikinci çukurda da aynı sonuç elde edildi. Wooley, bu sefer de yüksekçe bir tepeyi kazdırdı.
Sonuç değişmemişti, Böylece, balçık yığılmasının, ancak çok kuvvetli bir su baskını, yani Tufanın eseri olabileceğine dair rapor hazırlandı ve bütün dünyada heyecanlı yankılar doğdu. Tufanla ilgili olarak Mezopotamya dışında etraflıca bir çalışma yapılmadığından, su baskınının nerelere kadar uzandığını tam olarak bilemiyoruz. Tahmin edilen mıntıka, Basra körfezinin kuzeybatısında,400 mil uzunluğunda ve100 mil genişliğinde bir sahadır. Olayın tarihi, MÖ.4 binden çok önceki yüzyıllardır. Bu tufan bildiğimiz Nuh tufanı değildi elbette. Ama bu bile, geniş çaplı bir su baskınının neler yapabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Öte yandan yapılan jeolojik araştırmalar, mahiyeti bilinemeyen sebeplerden dolayı dünyamızın yer yer bir kaç defa suya gömüldüğünü gösteriyor.
Miami Üniversitesinden jeokimyacı Jerry Stip’e göre, dünyanın yaşadığı en müthiş su baskını, günümüzden yaklaşık 11.600 sene önce olmuştur. Ancak bütün bu bulgular Nuh peygamber zamanındaki tufana ait midir bilinememektedir.
“Çamur iyice temizlenince altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı. Bu durum, bölgede büyük bir su baskınının meydana geldiğini gösteriyordu. Ayrıca mikroskobik analiz, temiz kilden kalın bir katmanın, eski Sümer uygarlığını yok edecek kadar büyük bir tufan tarafından buraya yığılmış olduğunu gösteriyordu. Gılgamış Destanı ile Nuh’un öyküsü, Mezopotamya Çölü’nde kazılan bir kuyuda ortak bir kaynakta birleşmiş oluyordu. “ (Fred Warshofsky, “Ur of the Chaldees”, Readers Digest, Aralık 1977)
Günümüzde Tel El-Fara olarak adlandırılan Güney Mezopotamya’daki Şuruppak kenti de Tufan’ın açık izlerini taşımaktadır. Bu kentteki arkeolojik çalışmalar 1920-1930 yılları arasında Pennsylvania Üniversitesi’nden Erich Schmidt tarafından yürütüldü. Schmidt’in çalışmalarını anlatan Mallowan şöyle demektedir:
“Schmidt 4-5 metrederinlikte kil ve kum karışımı sarı topraktan bir tabakaya erişti (bu tabaka selle beraber oluşmuştu). Bu tabaka, höyük kesitine göre ova seviyesine yakın bir düzeyde yer alıyordu ve höyüğün her yerinde izlenebiliyordu…” Cemdet Nasr dönemini Eski Krallık döneminden ayıran kil ve kum karışımı tabakayı Schmidt “tamamen nehir kökenli bir kum” olarak tanımlayarak Nuh Tufanı ile ilişkilendirdi.” (Max Mallowan, Early Dynastic Period in Mesapotamia, Cambridge Ancient History 1-2, Cambridge, 1971, s. 238 )
Tufan’dan etkilendiğine dair elde kanıtlar olan son yerleşim birimi, Şuruppak’ın güneyinde yer alan ve günümüzde Tel El-Varka olarak isimlendirilen Uruk kentidir. Bu kentte de diğerleri gibi bir sel tabakasına rastlanmıştır. Bu sel tabakası da, MÖ 3000-2900′lü yıllarla tarihlendirilmektedir. (Bilim ve Ütopya, Temmuz 1996, s.176 )
Mezopotamya metinlerinden Gılgamış Destanında bu isim yerine Utnapiştim kullanılmıştır. Sümerlerin Tufan kahramanına verdikleri isim ise Zî-ud-Sudra’dır. Zî; hayat/can/ruh, Ud; zaman, Sudda ise; uzun manasına gelmektedir. Bu üç kelimeden meydana gelen ismin anlamı; Uzun ömürlü demektir. Tevrat’ta Nuh peygamberin 950 yıl yaşadığı için uzun ömürlü olduğu anlaşılır.
Nuh kavminin Tufandan önce yaşadığı yerin İrem şehri olması kuvvetle muhtemeldir. Bu yerleşim yerinin Lut Gölü’nün güneybatısında Edom’un merkezi olduğu bildirilmektedir. (Davis, D.J.The Westminster Dictionary of The Bible. Philadelphia, 1944, s.267)
Hz. Nuh’un gemisinin karaya çıkışıyla alâkalı olarak bazı araştırıcılar Milâttan Önce 2347 yılını (Günel, A. Türkiye Süryanileri tarihi ),Buna dayanarak Nuh Tufanının Yaklaşık olarak Milâttan 2500 yıl önce meydana gelmiş olabileceğini söylemek mümkündür.
Tevrat’ta bu tufanın bölgesel olduğu söyleniyor.Yaratılış 7:17 de şöyle demektedir; ''Ve yer üzerinde kırk gün tufan oldu, ve sular çoğalıp gemiyi kaldırdılar, ve yerden kalktı''*.Burada ''yer'' sözcüğü tufanın bölgesel olduğunu dünya çapında küresel bir tufan olmadığını gösterir.Bir başka ayette ise suların yükseldiğini Yaratılış 7:19 da ise şöyle anlatır ''Ve yer üzerinde sular pek çok yükseldiler, ve bütün gökler altında olan bütün yüksek dağlar örtüldüler ''*.Burada tufanın bütün yeryüzünü değil sadece o yerdeki/bölgedeki gökler altında bütün dağlar derken de o bölgedeki dağları kastederek su altında kaldığını gösterir(1).
Topraktan Yaratılma
1) Gılgamış Destanı: “Ellerimi yıkadım. Bir parça çamur koparıp yazıya attım. Ve bu yazıda ,kahraman Engidu’yu yarattım.”
2) Sümer’lilerin Enuma-eliş Destanı: “Bunun üzerine ben de Ea’nın yardımını istedim. Toprağı, Kingu’nun kanıyla yoğurdum. İlk insanı meydana getirdim.”
3) Çin Efsanelerinden: “Bunun üzerine Tanrıça Ngüho yengeç elleriyle gökyüzünü yukarıya kaldırdı, denizleri yeniden sınırlarına itti. Ve çamurdan yeni bir insan türü yarattı.”
4) Mısır’da Luxor Tapınağı’nda bulunan kabartma bir resim: “Kral Amonhotap III olarak betimlenen Tanrı Khnemu çömlekçi çarkında erkek ve dişi iki insanı yaratıyor.”
5) Hesiodos Destanı. “Namlı, şanlı Hephaisdos’u çağırdım hemen. ‘Bir parça toprak al, suyla karıştır’ dedim. ‘İçine insan sesi koy, insan gücü koy.”
6) Yunan Efsaneleri’nden: “Gözyaşlarımla toprağı çamur haline getirdim ve yoğurdum (Prometheus anlatıyor.) Bir insan heykeli yaptım. Sonra bu heykele ruh verdim. İlk ölümlü yaratıklar oluştu böylece.)
7) Tevrat’tan: “Ve Rab Allah yerin toprağından Adam’ı yaptı ve onun burnuna hayat nefesini üfledi ve adam yaşayan can oldu.”
Tek kaynak Bilgisi
İnsanlığın başlangıcı bir Tanrı inancı, Ahiret inanışı, Yaratılış inanışı ile olmuştu.İnsanlar kültürlerini ve inançlarını tarih boyunca taşıya bildikleri kadar bilgi yükünü gelecek nesillerine aktarmışlardır. Aktarmışlardır ki sosyalist düşüncenin babası Hegel’in Tarihi determinasyon düşüncesine göre de yapılacak yorum şekli budur.
Çünkü Hegel'e göre tarihte yaşamış milletler yaşarlar ve ölürler öldüklerinden genç medeniyetlere iyi yönlerini bırakıp tarih sahnesinden silinirler ve yeni genç medeniyet onlardan devraldığı iyilikler ve güzel yönlerle bunları daha da geliştirir.Bu açıkça Tanrının elçilerinden yapılmış bir ödünç alınmadır. Çünkü Tanrı farklı zamanlarda farklı millet ve gruplara elçilerini göndermiştir.
Gerçek şu ki, Tanrı zaman zaman insanlara daima elçilerini göndermiş ve onların bilinç altlarında yatan inanç küllenmelerini közlendirmiş ve alevlendirmeye çalışmışlardır. Nihayetinde her insan yaratılış gibi diğer ilahi gerçeklere tanık olmuş ve zaman dilimi içinde uzaklaşmışlar ve elbette bazı birikimler ve yaklaşım tarzlarını örf ve adetlerine geçirmişlerdir. Böylece de haliyle destanlarında ve kendilerince tarihi tutanaklarında bu meselleri işlemişlerdir.
İşi bir başka açıdan da şu şekilde değerlendirebiliriz. Öncelikler tüm kavimler eğer bu şekilde izah etmişlerse ki tevatür olur çünkü bu kadar farklı kültürü temsil eden insanların bu kadar farklı insanların tek meselede bu kadar ortak beyanda bulunmaları yalan üzere birlik olamaz. Çünkü bunların bu halleriyle böylesi bir yalan üzerinde birlik etmeleri mümkün değildir.Düşünün bir tüm dünya bunun için aynı fikirde toplanabilir mi?
Birçok efsane de Nuh tufanından bahsedilmesi olduğunun ve insanların dilinde dilden dile anlatıldığının göstergesidir.Ama önemli olan Nuh tufanın bir efsane mi yada bir gerçek mi olduğu değildir,Tanrının kendisine inanan insanları sevgisiyle kurtarmış ve onlara yeni bir yaşam için şans vermesidir.Biz de bugün olduğu gibi tufandan ders alarak geçmişe bakmalıyız çünkü kim temenni edebilir gelecekte de böyle bir tufanın insanlığa gelemeyeceğini.
Kaynaklar
*Kutsal Kitap ayetleri Kitabı Mukaddes çevirisinden alınmıştır.